31 Aralık 2009 Perşembe

"Yılbaşı Gecesi Özel (!) Alıntısı"

"...
çocukken giydiğim takım elbiseler
diye sorarım
şimdi neden bol geliyor yüreğime
...



televizyonu açın bana
bir yalnızlığın hayatından ruh çalan klipler
tuhaf bir ortak yaşam, bizden ayrılmayın!
kapatın şu televizyonu
görmek istemiyorum artık
modern binaların ingilizce bilen odalarını


rabbim!
beni sana geri ver
kalpleri koruma projesinde ayetler suç sayılıyor
belirsizlik zorlama olağanüstülük suç
kelimeler övünç
aşk linç
...
ve kolay elbet değil
ıslanmadan bir denizi kucaklamak
... 
bekleyin
beklemeyi bilin
mutlaka bir anlamı olacaktır topladığınız taşların!"





Alıntı: Murat Çelik - Aşkın Elif Hâli kitabından..

28 Aralık 2009 Pazartesi

Güzel gören, Güzel Düşünür.


Günün birinde yolu dergaha düşen kendi halinde bir adam, dergahta, bir Mevlevi ile bir Bektaşi''nin sohbet ettiklerini görünce yanlarına yaklaşır. Kendini tanıtır ve dergahı merak ettiğini, nasıl zikir edildiğini izlemek için geldiğini söyler.

Erenler başlar adama çeşitli nasihatlerde bulunmaya, her biri kendi yolunu mümkün olan en tatlı dille anlatmaya çalışır. Adam bir yandan onları dinlerken, bir yandan da gözleri onların giysilerine takılır.
 

Mevlevi'nin giydiği kıyafette kollar o kadar geniş ve uzundur ki hem içine üç kişinin birden kolu sığabilir, hem de uzun olduğu için yalnızca kolları değil, elleri de kapatmaktadır.

Bektaşi'nin kıyafetinde ise tam tersi bir durum vardır. Elbisenin kolu daracıktır, neredeyse tene yapışmıştır; üstelik kısa olduğu için, eller ta bileklere kadar açıktır.

Bu duruma hayret eden adam, sebebini öğrenmek ister. Büyük merakla, önce Mevlevi'ye  sorar: "Pirim, kıyafetinizin kolları neden o kadar geniş ve uzun? Bunun özel bir sebebi var mı?"

Mevlevi hiç beklemediği bu soru karşısında oldukça şaşırır. İki kolunu da biraz yukarıya kaldırır, sonra ellerini birleştirerek kollarını daire şekline getirir ve şöyle der: "Evet, özel bir sebebi vardır. Çünkü biz insanların günahlarını, ayıplarını, kusurlarını örteriz. Başkaları
görmesin diye üzerini kapatırız."

Yanıttan oldukça hoşnut olan adam aynı merakla bu kez Bektaşi''ye döner: "Peki siz, pirim? Sizin kıyafetinizin kolları neden bu kadar dar ve kısa? Siz insanların günahları ve ayıplarını örtmez misiniz?"

Bektaşi kendi kollarına bakar, birkaç saniyelik bir dalgınlıktan sonra gülümser ve adama bakarak şöyle der: "Biz mi? Bizim geniş kıyafetlere ihtiyacımız yoktur. Çünkü biz insanların günahlarını ve kusurlarını görmeyiz."



~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~


Ne kadar güzel bir bakış açısı değil mi! İnternette görüp beğendiğim ve size paylaşıma sunduğum bu güzel kıssanın altında bir de hissesi vardı:



"İnsanoğlu güzellik ve iyilik sahibi olduğu kadar kusur ve hata sahibidir. İnsanlar yalnızca güzel amelleri, yetenekleri, becerileri, güzel eserleri ile değil, günahları, ayıpları, kötü amel ve beceriksizlikleri ile de insandırlar.

Nedense kendimize ait kusurları, beceriksizlikleri, kendi işlediğimiz günahları, ayıplari kolay kolay gör(mek iste)meyen bizler, ayni kusur ve beceriksizlik başkalarında mevcut olduğunda, aynı günahları, ayıpları diğerleri işlediğinde bunu hemen görüyoruz.

İnsanoğlu başka insanlardaki ayıp ve kusurları keşfetmeye meraklı olduğu kadar, kendi ayıp ve kusurlarının bilincinde olmaya, dünyayı, madde ve manayı, eşyanın tabiatını, yaratılış gayesini keşfetmeye meraklı olsaydı, bugün hangi konumda olurduk acaba?

Etrafındaki insanlar, kim olursa olsunlar; eş, çocuk, anne ve baba, kardeş, komşu, arkadaş, hatta hiç tanımadıkların, farketmez, kusurlarını inceleme, günah ve ayıplarını görme. Kapat gözlerini.

Görürsen, denk gelir karşılaşırsan, tesadüfen yakalarsan bakma. Kapat gözlerini. Çevir bakışlarını."

Son söz olarak bu güzel vecizemiz gelsin :)

Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.

Yine finallerimiz geldi yoğun çalışma temposuna girdik o yüzden bloglarımıza yazmaya pek fırsatımız olmuyor, sınavlarımız bittikten sonra telafi edeceğiz inşallah, dualarınızı bekliyoruz. . . 
Sevgiler.

fotoğraf seecatchshotdan alıntıdır. teşekkürler..

24 Aralık 2009 Perşembe

Suzi Dilâra Nedir?

Merhabalar bu yazımızda Suz-i Dilara (ve makamı) hakkında bilgi vermek istiyorum. Zaman zaman niçin bu ismi seçtiğimi soranlara da manasıyla birlikte inşallah kısa bir bilgilendirme olsun..


Öncelikle 'suz' ve 'dil-âra' kelimeleri Osmanlı döneminde en etkili üç dilden birisi olan "Farsça" kökenlidir. 'Suz' kelimesi 'yanmak' fiilinden gelir, 'yakan, yakıcı' anlamlarında sonraki kelimeyle tamlama oluşturur. 'Dil' Farsçada 'gönül, kalb, cesaret, yürek' anlamlarına gelirken 'dil-âra' ise 'gönül avutan, gönül süsleyen' manalarında geçmişte sıklıkla kullanılan latif manalardan mürekkeb bir kelimedir. 'Suz' ve 'Dilâra' ise tamlama oluşturularak kullanıldığında 'Gönlü avutarak, gönlü süsleyerek yakan' yani AŞK'ın latif bir biçimde ifade edilmiş şeklidir. Pervane nasıl kendini ateşe atarak aşkı hakkalyakin hissedebilirse Suz-i Dilâra da hem gönlü süsleyerek hem de yakarak pervane misali aşığa aşk'ı tatdırır...



Bu manaları derin bir şekilde derk etmiş olacak ki Osmanlı padişalarımızdan III.Selim ilahi aşkla oluşturduğu musiki makamına 'Suz-i Dilara' ismini vermiştir. Makamdan kastettiğimiz şey ise musikide üçlü, dörtlü, beşli vuruşların kombinasyonlarıyla oluşturulmuş ses topluluklarıdır. Aynı arapçada failün failatün kalıpları gibidir.


Türk musikimizde 490 tane makam bulunmaktadır. Fakat günümüzde bunun çok az bir kısmı kullanılmaktadır. Bir makamın kendi yerinden bir başka perdeye göçürülmesiyle ve/veya herhangi iki makamın birleştirilmesiyle farklı bir makam ortaya çıkar. Fakat; yapılan bir müzik türünün sonuna ve/veya başına "Makam" kelimesini eklemekle bir makam oluşturamazsınız. Örneğin; Caz-Makam, Pop-Makam diye birşey yoktur, olamaz da. Çünkü bunlar Makam değil, bir müzik türü, bir tarzdır. Musiki makamlarımızın çoğu günümüze kadar ulaşamamıştır, bazıları da gerçekten çok ağır makamlar olduğu için tercih edilmemektedir.  Türk Musıkisinde kullanılan makamlar 3 ana başlıkta toplanır: 

A) Basit Makamlar 

B) Göçürülmüş Makamlar (Şed Makamlar) 

C) Birleşik Makamlar (Mürekkep Makamlar)



"Suz-i Dilâra" makamı ise mürekkeb makamlar bölümünde incelenmektedir. Mürekkeb makamlar ise 5 kısımdan oluşur. Burada sadece isimlerini vermekle yetineceğim: (-Durak -Seyir -Güçlü -Yeden ve -Donanım). Bu makam Çargah dizisi ve Mahur dizilerinin birlikte kullanılmaları ile meydana gelmektedir.


"III.Selim ise Mûsikîye genç yaşında başlamış ve bu güzel sanatla en ziyade şehzâdeliği zamanında meşgul olmuştur. Tanbûri ve neyzen olan Sultan III. Selim aynı zamanda Mevlevi idi. Bu alçak gönüllü şahâne derviş, Galata Mevlevihânesi "Defter-i Dervişanı"na "Selim Dede"diye imza atmıştı. Bütün hayatı boyunca bu ilim ve sanat yuvasını korumuş, her türlü yardımı esirgememiştir. Mevlevi dergâhlarından yetişmiş olan sanatkârların sanat yolunda ilerlemesi için her imkânı sağladığı gibi, bizzat kendisi de bu sanata istidadı olduğunu gördüğü ya da duyduğu kimseleri mûsikîmize kazandırmıştır. Başta Hammamizade İsmail Dede Efendi, Basmacı Abdi Efendi, Suyolcu-zâde Salih Efendi, Dellâl-zâde ismail Efendi olmak üzere daha pek çok sanatkâr sayılabilir."


Eğer siz değerli okuyucularımızdan ilgilenenler olursa elimde Suz-i Dilara makamında bestelenmiş olan bazı müziklerin günümüze uyarlanmış şekilleri var, onları mail aracılığıyla gönderebilirim, tadına bakabilirler :)


Benim Suz-i Dilâra ismini kullanmamın sebebi ise pervane olabilme arzusunda olduğumdandır :) Hem ah hem de aşk ile....


Sevgiler..

Senai Demirci'den ~Ah ve Aşk~




Bu yazıya başlıyorum çünkü her başlamayı bir dua biliyorum. Çünkü, aczimizin ışık görmemiş incileri ancak başlayınca dökülür avuçlarımıza. Fakrımızın okşanmaya aç şalı ancak bir işe başladığımızda serince sarılır boynumuza. Nihayetsiz acizin nihayetsiz kudret sahibi karşısındaki hali n'ola ki duadan gayrı? Hadsiz fakirin sonsuz rahmet sahibi huzurundaki hali n'ola ki yakarmaktan öte? Başlamanın başucunda "O'nun adıyla" teslimiyet saklıdır her daim. Demek ki, her başlamanın ayakucunda kendi adıma var olma zannının, başına buyruk yaşama hevesinin ezilmiş cesedi yatmakta.

Bu yazının ikinci paragrafına da başlıyorum çünkü bir dua makbuliyetinin, bir çağrı kabullenmişliğinin sonsuz yumuşak yağmurunu hissediyorum dimağımda, damağımda. Gökçekimine tutulmuş gibi parmaklarım. Parmak uçlarım ile tuşlar arasındaki ilişki, şimdi Beylerbeyi'nde seyrettiğim martılar ve boğaz suları arasındaki ilişkinin aynısı. Onlar denizin kıpırtıları arasında rızık ararken, ben zihnimin kıyılarına vuran anlamları kelimelerin gagasına asmak istiyorum. Onlar da ben de duadayım. Gerçeği gerçek olarak görmek de rızık. Gerçeğin rızkını ona tâbi olarak yudumluyoruz. Yanlışı yanlış bilmek de rızık. Yanlışı yanlış bilmenin ekmeğini tuzunu ondan sakınmakla yiyip içiyoruz.

Bu yazının üçüncü paragrafına da başlayabiliyorsam, "nefesimize dolanmış arsız çığlıkları" susturma çağrısının ardı sıra yürümeye çabaladığımdandır. Yine alışverişimizi her an O'nunla yaptığımızı hatırlatan "aldığımız her nefesten helâllik dile"me inceliğinin ipinde yürümeye çalışıyorum hece hece.
İşte bir paragraf daha başladı. Yeni cümleler, belki yeni kelimeler..


Okuyucumun bu satırlara verdiği göz nurunu hak edecek hakikat kevserini doldurmaya çalışıyorum kelimelerin kâsesine. Harfler üzerinden iniyoruz kalplere. Arsız çığlıkları kelimelerin kalbine yüklenmiş hikmetlerin derin sükûnetine sarıyoruz. O yüzden, sevgili okuyucu, işte o yüzden benim tuhaf sızılarım var, garip sancılarım var, acayip acılarım var. Bir lügatin tozlu sayfalarında unutulmuş kelimelere acıyorum ben. Sıcacık bir dudağa değmeyeli yıllar olmuş şiirler için ağlıyorum ben. İlk söyleyeninden bu yana heyecanlı bir nefese dolanmamış sözler için üzülüyorum ben.

Bir düşün hele. Nice kutlu damaklardan süzüle süzüle gelmiş bir söz olsan sen, sonra bir kenara bırakılsan. Seni seslendirenler geri kafalı sayılsa, seslendikleri de boş boş baksa. Bir toplumu heyecanlandıran, iki yabancıyı birbirine bir anda aşina eden bir şiir olsan sen, ama gözden düşmüş, dilden sürülmüş olsan. N'edersin?

İşte son paragraf: Bak ki nereye geldik. Otur şöyle yanıbaşıma, gel dinlen aklımın başköşesinde diyebildiğin bir sözün var mı senin? İçinin loş kuytularından akıl terini döke döke çektiğin, toprak testiyi serince doldurup dudakların çatlağını onaran bir kelimen var mı senin?

"Ah minel aşk!" dediğiydi şairin. "Ah ki aşktan çektiğim" dediğiydi. Bak ki n'oldu "Ah!"lara. Aşklar gibi "Ah!"lar da sığ telaşların, boş sevdaların başını bekler oldu. "Ah!"a değmeyen sığ dertlere harcanıyor "Ah!"lar, ah! Ümit vermeyen sevdaların ardına savruluyor "Ah!"lar, ah!

"Ah minel Ah!"
Ah ki Ah'tan çektiğim!
"Ah ki ilel Ah!"
Ah ki Ah'a çektirdiğim.



Alıntı: Senai Demirci
Fotoğraf: SefaÖzçelik'ten.. Teşekkürler..

Kalem, Yaz !

"...
Ey hakikat! 'Söz'e gelecek olanı getirsin artık bu 'kalem'! Beklemesin daha! Bozsun bu zayıf ama gösterişli oyununu şeytanın...
...
Ey insan! Kalk ve uyar! Kötüler için son vakitler bunlar! 'Kalem' 'hakikat'i 'söz'e getirecek yeniden...

Çok az bir zaman sonra... Bunu haber ver herkese...

'İyiler' kendilerini yalnız hissetmesinler...

Allah'ın lütfu çok yakında hepsinin kalbine inecek...

Ey 'kalem'! Yaz şimdi... Hiçbir 'şey'den korkmadan 'hakikat'i yaz yine...



Kelimeler, seni doğru yöne götüreceklerdir inşaallah...

Cennet'te sana emanet edilen kelimelere güven... İtikat içinde yaz...

Cenab-ı Allah'tan bir an bile uzaklaşmadan yaz!
...
Yaz 'kalem' yaz! Hiç uyuma artık... Durmadan yaz...

Dünyada kaç insan varsa hepsi için ayrı bir 'yazı' yaz... Ve onların kalbine gönder...

Göreceksin 'oku'yacak herkes kalplerine gönderilen bu mektupları...

Zarf farklı olsa da mazruf 'ayn'ı nasıl olsa!

'Oku' şimdi kalbim....

Haydi durma, secde et ve yaklaş!"

'Hayati Sır' kitabından.. hayykitap

20 Aralık 2009 Pazar

Not:

Bakabileceğin kadar değil, ilgilenebileceğin kadar çocuk sahibi ol !
...

~Handenur

17 Aralık 2009 Perşembe

Tesettür Üzerine Paylaşımlar 2

İslami meseleler üzerinde konuşurken sıkça yaptığımız hatalardan biri de meseleleri iman faktörünü bir kenara koyarak değerlendirmeler yapmaya çalışmamızdır. Tesettür meselesini konuşurken, iman faktörünü bir kenara koyamayız. Şöyle geniş bir bakış açısıyla baktığımızda, insan daha adı anılmaya değer bir varlık değilken, kendisine yaratıcı tarafından sonsuz bir değer verilmiş ve yokluktan varlık âlemine getirilmiştir. Sadece bunu bile ele aldığımızda, insanın yokluktan çıkarılıp, kendisine bir ruh, beden, hayat verilerek varlık âlemine getirilmesi bile, yaratıcının ona ne kadar çok değer verdiğini ve sevdiğini göstermektedir. Yaratıcı, insanı sadece varetmekle kalmamış, ona akıl ve bilinç vererek aynı zamanda diğer mahlûkat arasında da üstün ve şerefli kılmıştır. Yaratıcı, yeryüzünü insanların hayatlarını devam ettirebilecekleri ve faydalanabilecekleri bir şekilde yaratmıştır. Tüm bunlara tekrar toplu bir halde baktığımızda insana verilen değerin ne kadar çok olduğunu görmekteyiz. Bütün bu sistemi kuran yaratıcının, insana bu kadar çok değer verip, sonra onunla hiç konuşmaması, muhatab almaması çok abestir. Yaratıcı, insanları peygamberleri vasıta yaparak muhatab almış, onlara mesajlar vermiştir. Bu mesajlarla insanı dünyaya öylesine göndermediğini, ondan istekleri olduğunu ifade etmiştir. İsteklerini yerine getirenlerin kendisini memnun edeceğini söylemiş ve onlara hem bu dünyada hem öbür dünyada mükafatlar vadetmiştir. İsteklerini yerine getirmeyenler ve tersine gidenler içinse bir cezanın olduğunu söylemiştir. İnsanın, bu istekleri yerine getirip getirmeme konusunda iradesi ipotek altına alınmamış, serbest bırakılmış ancak öbür dünyada yaptıklarının hesabını vereceği söylenmiştir.

İşte bu geniş açıyla baktığımız zaman, Kur’an ve Sünnet’le bize ulaştırılan emir ve yasaklar, Allah’ın kendisine sonsuz değer verdiği ve çok sevdiği insanlardan istekleridir. Allah her işi hikmetle yapan olduğu için, bu emir ve yasaklar da elbette hikmetlerle doludur. Bunu birçok konuda görmekteyiz. Ancak Allah’ın emir ve yasaklarına uymanın temel mantığında bunların hikmetlerle dolu olması yatmamaktadır. İşin temel mantığı, emir ve yasaklara Allah böyle istediği için uymaktır. Emir ve yasakların uygulanmasıyla kazanacağımız ya da oluşacak kişisel/toplumsal faydaları, ancak onları uygulamada motivasyonumuzu artıracak şeyler olarak görebiliriz. Uyma sebebimiz olarak göremeyiz. O faydalar olmasa bile uymak gerektir. Bu noktada bu hikmetleri, faydaları sorgulamak ve bize uymadığını söyleyerek itirazda bulunmak hakkına sahip değiliz.
Bu açıdan baktığımızda aslında bütün meseleler hallolmaktadır. Ancak biz konumuz olan tesettüre bakacak olursak, Kur’an-ı Kerim’de Nur Suresi 31. Ayette şöyle buyrulur:  “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin hanımlarına de ki; geniş örtülerini üzerlerine salsınlar. Bu onların tanınıp eziyet görmemeleri için daha uygundur. Allah, Gafur(çokça bağışlayan), Rahim(çokça acıyan)’dır” Burada Allah’ın bir isteğini görmekteyiz. Bu isteğe uyup uymamak konusunda insan serbest bırakılmıştır. İşine gelmeyen bu isteği yerine getirmeyebilir, kimse kimsenin iradesini ipotek altına alamaz. Her koyun kendi bacağından asıldığı gibi, herkes de ahirette kendi hesabını verecektir. Ancak ilginç olan bir şey var ki başörtüsüne veya genel olarak tesettüre karşı olanlar, Müslümanlığı kimseye bırakmıyorlar. Ve “Ne yani, biz müslüman değil miyiz şimdi? diye çıkışıyorlar. Haşa, “Ben müslümanım” diyene “Hayır, sen müslüman değilsin!” demek kimsenin haddi değil. Ama Kur’an’da açık bir hüküm varken ve on dört asırdır bu hüküm mümin hanımlar tarafından uygulanmaktayken, “Kur’an’da örtünme emri yoktur” demek de kimsenin haddi değil! Neticede din, hatır-gönül ilişkisine dayanan bir kurum değil ki, ona göre aramızda uzlaşmayla keyfi düzenlemelere gidilebilsin. Bununla birlikte, başörtüsünü, tesettürü hafife almak kadar  onu bir tarafgirlik duygusu içinde dinin her şeyiymiş gibi göstermenin de doğru bir tutum olmadığı kanaatindeyiz.
Son olarak, tesettür gerek kişisel, gerek toplumsal çapta birçok iyilik ve güzellikler getirmektedir. Tesettürün uygulanmasında temel mantık, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi öncelikle” Allah’ın emri olduğu için” olmakla beraber, bu emre, tesettürün hikmetleri ve kişisel/toplumsal faydalarının da farkında olup bakmak, en isabetli ve Rıza-yı İlahi’ye muvafık yaklaşım olacaktır.  Bunlar ayrı bir yazı konusu olacak kadar geniş olduğu için, başka bir yazıya havale ediyor ve burada bu yazıya son veriyoruz..
                                     Alparslan abim tarafından yazılmıştır, Allah razı olsun..

Bir Duâ

Ey Rabbimiz! 1431. hicrî senemizi bize ve ülkemize ve bütün âlem-i İslâma hayırlı ve mübârek eyle.



16 Aralık 2009 Çarşamba

Tevazü ve Bakış Açısı



   Bir adam kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır. Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış olmak için bunu Mevlana Hz'nin dergâhına kurban olarak bağışlamak ister. O zamanlar dergâhlar aynı zamanda aşevi işlevi görüyordu. Durumu Mevlana Hz'ne anlatır ve Mevlana Hz:


- "Helal değildir" diye bu kurbanı geri çevirir.


   Bunun üzerine adam Bektaşi dergâhına gider ve aynı durumu Hacı Bektaş-i Veli'ye anlatir. Hacı Bektaş-i Veli ise ; bu hediyeyi kabul eder. Adam ayni şeyi Mevlana Hz'ne de anlattığını ama onun bunu kabul etmemiş olduğunu söyler ve Hacı Bektaş-i Veli'ye bunun sebebini sorar. Hacı Bektaş-i Veli şöyle der:


- "Biz bir karga isek Mevlana bir şahin gibidir. Öyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir. "



  Bunun üzerine adam kalkar Mevlana dergâhı'na gider ve Mevlana Hazretleri'ne, Hacı Bektaş-i Veli'nin kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini bir de Mevlana Hz'ne sorar.
Mevlana Hz de şöyle der:


- "Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Hacı Bektaş-i Veli'nin gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez. Bu sebepten dolayi o senin hediyeni kabul etmiştir."




   Böylesi tevazu ve incelikte birer insan olabilmemiz duasıyla..



Fotoğraf E_r_d_a_L kullanıcı adlı fotokritik üyesinden alınmıştır. Teşekkürler..

15 Aralık 2009 Salı

...

Elhamdülillah alâ külli hal !

14 Aralık 2009 Pazartesi

Tesettür Üzerine Paylaşımlar

Merhabalar;


Bu yazımda inşallah tesettürün hem dünyevi yönümüzde hem de ahirete bakan yönlerimizde gerekliliği, faydaları, hikmetleri ve güzelliklerine aklımın yettiği, dilimin döndüğü kadar idrak edebildiklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.







Sözlüklerin, lügatlerin piri olan Kamus-u Okyanus’ta “tesettür”ün kelime anlamına baktığımız zaman “örtünme, saklanma ve gizlenme” olduğunu görüyoruz. Biz günlük hayatta tesettürü 'bayanların başını örtmesi' olarak algılıyoruz. O kadar eksik ve yalın kalıyorki bu kavram.. Oysa tesettür ruh, beden ve davranış üçgeninde birbirini tamamlayan olguların bütünüdür. Ve önemli noktalardan birisi de tesettür sadece bayanlar için düşünülmemelidir. Erkeklerin de bahsettiğim tesettür üçgeninde hayatlarını şekillendirecek ölçüler elbette bulunmaktadır. Orası bambaşka bir konudur, inşallah ilerleyen zamanlarda ona da değinmeye çalışırım. Zaten bayan ve erkeklerin tesettürleri bir noktada birbirini tamamlayarak bir olma yolunda vazgeçilmez bir bütündür. 





Peki tesettür yaratılışımızdan gelen insani bir özelliğimiz midir? Yani "fıtri" midir? Bunu hiç düşündünüz mü?
Bununla ilgili aklıma gelen ilk şey yıllar önce küçücükken Hz Adem ve Havva validemizin hikayelerini dinlerken dikkatimi çekmişti. Hz Adem ve Hz Havva cennetten dünyaya indirildiklerinde ilk yaptıkları şey büyük bir yaprak parçası bularak utançla avret yerlerini kapatmaları yani bir boyutta ilk tesettürü başlatmaları olmuştu. O hikayeden sonra küçüklüğümden beri Rabbimizin 'tesettür ihtiyacımızı' bizim içimize yerleştirdiğini düşünmüşümdür. Şimdi de bu durumu akıl ve mantık dairesinde edindiğim ve faydalandığım kaynaklar çerçevesinde maddeler halinde açıklamaya çalışacağım. Lütfen eksik kaldığım, yanlış anladığım veya farklı boyutlara değinmek istediğiniz yerler varsa yorumunuzu yazarsanız seve seve yazımın içerisine dahil edebilirim.


Evet uzunca bir girizgâhtan sonra başlıyoruz :)


  • Hepimizin takdir ettiği ve bildiği üzere bayanlar gayet nazik bir fıtratta yaratılmışlardır. Ve evlilik müessesesinin oluşturulmasının bir sebebi de bayanların kendilerini ve canlarından çok sevdikleri yavrularını himaye altına alacak bir erkeğe ihtiyaçları olduğundandır. (Önemli not: İhtiyaç duymak 'eksik kalmak' anlamında değildir lütfen yanlış anlamayınız, ihtiyaç da bazen bir nimettir.) Ve bayanların ailevi güven ortamının sarsılmaması ve kendilerini sevdirmeleri için fıtri bir meyilleri vardır. (Farklı bir tarzda erkekler için de aynı şeyler söylenebilir.)


  • Affınıza sığınarak ve çekinerek söylüyorum ki (konuyu bütün olarak değerlendirmek için bunu da yazmam gerektiğini düşündüm) ihtiyar veya çirkin olan bir bayan bu ihtiyarlığını ve çirkinliğini göstermek istemez. Ya da kıskanç olanlar kendisinden çok daha güzellere nisbeten çirkin görünmemek isterler. Hem güzel hem genç olanlar ise (fıtri olarak bozulmamışlarsa) sevmedikleri ve hoşlanmadıkları insanların kendi vücutlarına bakmalarından hoşlanmazlar, pis nazarlardan sakınmak isterler. Kendisine bakmasını istedikleri ve beğendikleri erkeklere ise vücutlarını teşhir ederek göstermek istemezler. Hatta tesettürün olmadığı Avrupa ülkelerinde bile bayanlar çoğu kez başka erkeklerin kendilerine bakmalarından, sarkmalarından rahatsız olarak şikayetlerde bulunmaktadırlar. 
Şimdilik burada kısa kesmeliyim fırsat bulduğum anda devamını getireceğim inşallah..:)
Dua ile..


fotoğraf reci adlı fotokritik müdaviminden alıntıdır. Teşekkürler..

11 Aralık 2009 Cuma

En Kutsal Meslek!



Kâinat mimarisinin başyapıtı olan insanı insan yapan, imanı dokuyan ilk nakkaştır ANNE. Cemiyeti istikbale, istikbalin de istikbaline taşıyan en kutsal mesleğin sahibidir ANNE!

Yüceler yücesinin şefkatinden, bir damla düşmüştür annelerinin yüreğine. Bu, okyanustan öyle bir katredir ki; onun düştüğü en ürkek yürek bile yavrusunun müdafaasında aslana aslan kesilir. O tecelli ile lokmasından, uykusundan, rahat yaşamak arzusundan, gerektiğinde bütün arzularından ve bazen yaşamaktan bile vazgeçer ANNE! Kâinat ağacına mükemmel bir meyve yetiştirmek için hava olur, su olur, ateş olur, toprak olur ANNE!

“Bir sene sonrasını düşünürsen buğday ek! On sene sonrasını düşünürsen ağaç dik! Yüzyıl sonrasını düşünürsen eğer İNSAN YETİŞTİR!” Kâinat mimarisinin başyapıtı olan insanı insan yapan, imanı dokuyan ilk nakkaştır ANNE. Cemiyeti istikbale, istikbalin de istikbaline taşıyan en kutsal mesleğin sahibidir ANNE!

Bu sırdır Veysel Karani’nin ciğerlerini kavuran hasrete rağmen ve sevdiği peygambere bir kapının kulpuna dokunuş kadar yakınken  “Annem bana bu kapıya kadar izin verdi. ‘Resulullah’ı gör ve dön’ dedi. Ona verdiğim sözden dönemem!” dedirten ve sevgilisini bir kez göremeden zahmetlerle aştığı çölleri tekrar geri yürüten.

Acıyla kıvrandığı sekerat anında ancak annesinin kendisine hakkını helal etmesinin ardından, tutulan dilinin çözülüp gürül gürül bir kelime-i şahadet ile güzel bir son yaşatan…

Sorulduğunda Efendimiz’e (sav) üç kez ardı ardına “anne hakkı, anne hakkı, anne hakkı!” sonra “baba hakkı” diye ferman ettiren…

Yerlerin ve göklerin yaratıcısına cenneti anaların ayakları altına serdiren işte bu sırdır.

Yaratılmışların merkezinde insan, kâinatın mayasında sevgi! Şu küçük kâinatçık olan insan gerçek bir şahsiyet bulamaz Yaratanı ve yaratılanları sevmeden. Annedir bir insana şahsiyet kazandıran; yaratanı sevmeyi, yaratılanları da yaratandan ötürü sevmeyi hal diliyle anlatan. Çünkü annedir karşılıksız, sınırsız, her şeye rağmen seven. Ve annedir yavrusuna armağan ettiği tebessümlerle sevmeyi öğreten.

Yücelerden inen şu damla! Kâinatta pırıl pırıl parlayan şu küçük ayna! Annelik şefkati! İki cihana da yön veren (hükmeden) ANNELİK MESLEĞİ!



Bu güzel yazı irfan mektebi dergisinin 37.sayısından alıntıdır. Fotoğraf anonimdir.

Karıncanın Dersi





Bir gün Süleyman (as) bir karıncaya bir yıllık yiyeceğinin miktarını sorar. Karınca da “Bir buğday tanesi yerim!” diye cevap verir. Cevabın doğru olup olmadığını kontrol etmek isteyen Süleyman Peygamber karıncayı bir şişeye koyar, yanına da bir buğday tanesi bırakarak hava alacak şekilde şişeyi kapatır. Ondan sonra da bir yıl bekler. Müddeti dolunca şişeyi açtığında bir de bakar ki, karınca buğday tanesinin yarısını yemiş, yarısını da bırakmış.
Kendi kendine meraklanır. Acaba neden yemedi? Bunun üzerine karıncaya buğday tanesini tamamen neden yemediğini sorar. Karınca da şu hikmetli cevabı verir. “Daha önce benim yiyeceğimi yüce Allah verirdi. Ben de O’na güvenerek bir buğday tanesini tamam olarak yerdim. Çünki O beni aslâ unutmaz ve ihmâl etmezdi. Fakat bu işi sen üzerine alınca doğrusu, nihâyet bu âciz bir insandır diye sana pek güvenemedim. Belki beni unutup yiyeceğimi ihmâl edebilirdin. O yüzden bir yıllık yiyeceğimin yarısını yiyerek diğer yarısını da ertesi yıla bıraktım!”

10 Aralık 2009 Perşembe

Sabır Üçlemesi

Bu yazımdaki üçlemeler bölümüme "sabır"la devam ediyoruz :) Elbette konularla ilgili daha birçok burada yazamadığım ayetler, hadisler ve vecizeler vardır. Burada beni özellikle etkileyenleri yazmaya çalıştım.


Kuran-ı Azimüşşan'dan
"O halde sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin! Halbuki şüphesiz 'onlar' Allah'a gönülden bağlı olanlardan başkasına elbette ağır gelir." (Bakara, 45)


"Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir" (Bakara, 153)


"Allah Teala Hazretleri şöyle der: 'Ey Ademoğlu! İlk sadme sırasında sabrede, buna benim mükafatımı vereceğimi ümid edersen, ben (sana) Cennet dışında bir sevaba razı olmayacağım" (Kudsi Hadis)





Peygamberimiz (ASM)'den
"Makbul sabır; musibetle karşılaştığın ilk andakidir." (Hadis-i Şerif)


"Kim iffetli davranırsa Allah onu iffetli kılar. Kim istiğna gösterirse Allah da onu gâni kılar. Kim sabırlı davranırsa Allah ona sabır verir. Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir ihsanda bulunulmamıştır." (Hadis-i Şerif)


"Bahtiyar fitneden kaçınan kimse ile, belalarla karşılaşınca sabreden kimsedir." (Hadis-i Şerif)


RNK'dan
" 'Ya Sabır' de, üç sabrı omzuna al. Cenab-ı Hakk'ın sana verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musibete kâfi gelebilir ve o kuvvetle dayan."


"Tahammül etmezsen "Ya Sabûr" de ve sabır iste; hakkına razı ol, teşekki etme. Kimden kime şekva ettiğini bil, sus. Her halde şekva etmek istersen; nefsini Cenab-ı Hakk'a şekva et, çünki kusur ondadır."


"Sabır üçtür:
Biri: Masiyetten kendini çekip sabretmektir. Şu sabır takvadır.
İkincisi: Musibetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir.
Üçüncü Sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor. En büyük makam olan ubudiyet-i kâmile canibine sevkediyor."


Diğer Vecizeler
"Ayın gece sabretmesi, onu apaydın bir hale kor. Gülün dikene sabrı, onun güzel kokulu bir hale gelmesine sebep olur."


"Bedende baş ne ise, imanda da sabır aynıdır. Başsız beden olmayacağı gibi, sabırsız da iman olamaz. " (Hz Ali)


"İnsanlarda riyanın karışmıyacağı, hakiki tek vasıf sabırdır." (Abdülaziz Bekkine)


Sağlıcakla kalın..
Dua ile..


Bu güzel fotoğrafımız ŞefikKanyılmaz'dan alıntı yapılmıştır. Teşekkürler..

9 Aralık 2009 Çarşamba

Tabiat (Doğa) Sürüncemelerimiz 2




     Merhabalar, kaldığımız yerden devam ediyoruz ilk yazımı okumayanlar için link burada. Şimdi varlıkların yoktan oluşabilme ihtimallerini teker teker inceleyelim.




Sebepler bu varlığı icad ediyor: Öncelikle sebepler dediğimiz şeyin ne olduğuna değinelim. Mesela yağmur örneğinde ilkokul öğretmenimin bana anlattıklarının (bulutların yer değiştirmesi, çarpışmaları, suyun denizlerden yükselmesi) hepsi birer sebeptir. Bu konuyu açıklamadan önce bazı şeylere değinmiş olmamız gerekiyor, mesela evrenimizdeki her şey birbiriyle münasebet içerisindedir. Makro varlıklardan tutun da (mesela dünyanın yörünge açısı, güneşin bize yakınlığı) mikro varlıklara (hücrelerimiz, maddeleri oluşturan atom parçacıkları) kadar her şeyin arasında belli bir sistemin olması gerekmektedir. Bunun en güzel örneği olarak aklıma lise derslerimizde gördüğümüz kütle çekim kanunu geliyor. Kainatın diğer ucundaki en küçük bir nesne ile dahi benim bir ilişkim vardır. İhmal edilebilecek düzeyde bile olsa o fizik bilgilerime dayanarak onun beni çektiğini benim de onu çektiğimi söyleyebilirim. Ayrıca bilim dünyasında “kelebek etkisi” olarak bilinen ve en ufak bir hareketin bile kainatta bir şeyleri değiştirdiğini ispat eden bulgular vardır.
Bunlara değindikten sonra bize basit görünen bir sineği ele almak istiyorum. Basit olarak bir sineğin yaşaması için güneşe, solunumu için oksijene, bulunduğu ortamda belli bir sıcaklık değerine, besinlere ..vb birçok şeye ihtiyaç vardır. Bir üst boyuta geçtiğimizde sineğin yaşaması için gerekli olan güneşin dünyaya yakınlığı, havadaki oksijen düzeyinin sabit kalması için okyanuslardaki planktonlara, besininin üretilebilmesi için bitkilere ve bitkilerdeki sistemlere ..vb bunu sonsuza kadar sürdürebiliriz, kısacası bütün her şeyle uzaktan yakından doğrudan dolaylı olarak ilişkisi vardır.
Eğer sebeplerin var ettiğini kabul edeceksek bu beraberinde o maddi sebeplerin sineğin yanında bulunması gerektiğini de kabul etmeyi gerektirir, hatta içine, kanadına, gözüne, hücrelerine girip orada bir usta misali çalışarak sineğin yaşamını idame ettirmeleri gerekmektedir. Çünkü sebepler maddi ise -ki maddiler- üzerinde işledikleri varlığın yanında ve içinde bulunmaları elzemdir. O halde sineğin iğne ucu gibi parmaklarındaki hücrelerde bütün kainattaki sebeplerin, unsurların maddeten içinde bulunup bir işçi gibi içlerinde çalıştıklarını kabul etmek lazım gelir. Bunu ise aklım şiddetle geri çeviriyor, kabul etmiyor….



Bu varlık kendi kendine oluşuyor: Bir zerrenin kainatta iş görebilmesi için kainattaki bütün varlıklara, sebeplere hakim olması ve görmesi gerekir. O sebeplere geçmişte, şu anda ve gelecekte hükmedebilmesi gerekir. Ayrıca işlevinin ne olduğunu bilip bu hükmedebildiği varlıkları o yöne sevk etmesi gerekir. Yani bir varlık için kendi kendine iş görüyor demek ona bütün sebepleri, unsurları tam manasıyla kavrayabilmiş bir akıl, bunlara hükmedebilen bir kudret, bütün zamanlardaki bütün hareketleri görebilecek bir göz ve bunlarla beraber şuurlu olup kendisi gibi milyonlarca zerre ile aynı amaç için birleşip beraberce bir sonuca varabilmeleri gerekmektedir.
Eczacılıkta okuduğum için insan vücuduyla, işleyişiyle, ilaçların etki mekanizmalarıyla yoğun bir ilişki içerisindeyim ve hocalarımızdan öğrendikçe ve o derin dünyalara daldıkça insan vücudunun ne kadar muhteşem ve ince sistemler içerisinde uyumlu bir şekilde çalıştığını görüp hayretler içerisinde kalıyorum. Aklıma gelen ilk örnek bebek annesinin rahminden çıkıp oksijenle tanıştığı ilk anda kanında bulunan “prostoglandin ve sürfaktan” denilen maddeler direkt olarak vücutta hiçbir yere uğramadan bebeğin akciğerlerine ulaşıyor ve ilk kasılma hareketini başlatarak bebeğin nefes almasını sağlıyorlar. Bunun gibi milyarlarca hayrette bırakan işlevleri küçücük bir zerrenin aklına sığdırmaya çalışarak, zerrenin düşünüp idrak ederek hareket etmesi ise akıldan bin derece daha uzak bir durumdur. Aklım mantığım bunu da hiçbir derecede kabul etmiyor….





Tabiat (Doğa) dediğimiz şey onu oluşturuyor: Kış mevsiminin yaklaşmasıyla portakal, greyfurt, mandalina gibi narenciyeleri de pazarlarda görmeye başladık. Çok uzaklara gitmemize gerek yok. Elimize bir portakal alalım ve üzerinde düşünelim. Portakalın oluşması için neler gerekli ona bir bakalım. Öncelikle portakalın dışında onu dış etkilerden koruyan özenle kaplayan turuncu bir kabuk görürüz, bu kabuğun muazzam şekilde kaplaması için bir ambalaj fabrikasına ihtiyaç duyulur. Kabuğunu soyduk elimize portakalı aldık ve o dilimlerin düzen içerisinde dizildiğini görüyoruz gelişigüzel hiçbirşey yok. Bunun için de bir paketleme fabrikasına ve yapıştırma fabrikasına ihtiyacımız var. Aldık dilimleri ağzımıza attık baktık ki dilimize şekerli bir tad geldi birazcık da ekşi bunlar için de bir şeker fabrikası.. Renginin turunculuğunu sağlamak için bir boya fabrikası.. Ve bunları oluşturabilmek için onlarca gıda mühendisi, endüstri mühendisi, tasarım mühendisleri ..vb birçok uzman alana ihtiyacımız var.
İşte en basit bi portakal örneğinde bile bunları tabiat dediğimiz şey oluşturuyor diyebilmek için tabiatta en az beş on fabrika, yüzlerce mühendise sahip olması gerekir ki bu da sadece bir portakal için gereklidir. Farklı yerlerdeki portakallar için ayrı fabrikalara ihtiyaç vardır, farklı yerlerdeki diğer ürünler için bambaşka özellikteki fabrikalara ihtiyaç vardır. Ufak bi çiçek tarlasını tabiatın oluşturması için o çiçek tarlasının altına onu yapabilecek fabrikalar, makineler, işçiler koyması gerekir. Oysaki baktığımız zaman bütün bitkiler bütün nebatat aynı ve basit maddelere sahip olan tek bir maddeden çıkmaktadır. Hepsi tek bir renk yani kahverengi olan toprağa girip göz alıcı renkler içerisinde mavi, kırmızı, mor olarak bize gülümsemektedirler. Tabiatın bunları oluşturuyor olması demek kendi kendine oluyor demekle çok benzer şeylerdir. Bunu da aklım şiddetle reddediyor, mantığım kabul etmiyor.


Herşeye gücü yeten bir zât kudretiyle bunları gerçekleştiriyor: Diğer üç maddeyi kendi içimizde reddettikten sonra akıl ve mantık çerçevesinde başka ihtimal bulunmadığı için diğerlerinin hükmü sona eriyor ve Rabbimize yöneliyoruz. Elbette yukarıda bahsettiğim bütün varlıkları yaratan bir tek Rabbimiz vardır. Kudreti her şeye yeten, ilmiyle her şeyi bilen, her anda her şeyin içinde yaptırımı bulunabilen, kainatı insanlar için bir sergi hükmüne getiren, her bir şeye hikmetler takan, her şeyi insanların leyhine çeviren ve her şeyi insanların hizmeti için yaratan, esmalarını her bir varlığa nakşedip rahmet denizinde yüzdüren, onları ince çizgiler ve mizanlar içerisinde şaşırmayarak yürüten, geçmiş ve gelecekteki olacak olan her şeyi ilmiyle bilen, tefekkür kapıları açıp kendisini bulmamızı sağlayan elbette Allah Tealâ hazretleridir. Bu dünyaya insan olarak gelip bizi esmalarıyla şereflendirdiği için Rabbimize milyonlarca kez şükretsek yine azdır. Bu bölümü inşallah sizin tefekkürlerinize bırakıyorum.


Elbette bu konu çok daha geniş bir meseledir ve çok yönleri vardır. Yazımı burada kısa kesiyorum. Yazdıklarımda sadece aklımın alabildiği ve dersler çıkarttığım yerlere değinmeye çalıştım. İlmi olarak çok daha büyük boyutları olan bir konudur. Eğer yanlış bir şekilde anlattığım bölümler varsa düzeltmenizi istiyorum. Umarım başta ben dahil olmak üzere bu yazılanlar akıl penceremizde ikinci bir boyut açmıştır. 


Dualarınızı bekliyorum…
Hayırlı tefekkürler…


Fotoğraflar, ilk fotoğraf sanny, ikinci fotoğraf murat2005, üçüncü fotoğraf ric kullanızı adlı fotokritik müdavimlerinden alıntıdır... Teşekkürler.

8 Aralık 2009 Salı

Tabiat (Doğa) Sürüncemelerimiz

   Küçüklüğümden beri yağmurun nasıl yağdığını bir türlü anlayamamışımdır. İlkokul öğretmenim denizlerden yükselen suların bulutları oluşturduğunu ve bulutların rüzgar sayesinde sürtünmelerinden dolayı elektrik yükleriyle yüklendiğini ve komşu bulutlar arasındaki elektrik yükleri farkı belli bir düzeye gelince ilk kıvılcımla beraber yük boşalması olduğunu ve bunun sonucunda da bulutların ihtiva ettikleri suyu yeryüzüne gönderdiklerini anlatmıştı. Ama o safi zihnime takılan o kadar çok soru vardı ki…



   Mesela: Bulutlar o zaman niçin kendilerindeki suyun tamamını bir anda bırakmıyorlardı? Üstümüzde devasa bir deniz olduğunu düşünüp ya birgün hepsi birden üstümüze aynı anda dökülüverirse deyip korkuyordum. Sonra zaman içerisinde okuduğum bir bilim dergisinde bir profesörün açıklamaları yazıyordu. Bulutlar çarpıştığı zaman asit yağmuru yağma ihtimali normal yağmur yağma ihtimalinden kat be kat fazlaymış ve bu profesör kapalı havalarda mutlaka yanında kurşundan yapılmış bir şemsiye taşıyormuş.


Niçin her seferinde asit yağmuru yerine bildiğimiz iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşan su olarak yağmur yağıyordu?  Korkmak için ikinci bir sebep daha… İlerleyen zamanlarda NTV’de yayınlanan bir bilim programından da yağmur damlalarının yeryüzüne düşerken asla birbirlerine çarpmadıklarını öğrendim. Yerin manyetik alanı damlaların birbiriyle çarpışmasını engelliyormuş. Eğer bir tanesi bile yeryüzünden kilometrelerce yükseklikte yanındakine çarpacak olursa zincirleme çarpışmalar oluşacak ve üstümüze top gülleleri büyüklüğünde yağmur damlaları yağarmış.  O zaman ne biz ne arabalarımız ne evlerimiz bu güllelerden kurtulabilir. Yağmur damlaları havada niçin birleşmiyor, ya bir gün top güllesi şeklinde üstümüze yağarsa? Safi zihnim iyice ezildi ve ürktü.. Ama bu düşündüklerimin tersi olarak niçin bu kötü ihtimaller insanların iyiliği için hiçbir zaman olmuyor? Acaba her bulutun, her yağmur damlasının, yerçekiminin aklımı vardı da bunları milyonlarca ihtimal içerisinden hesaplayıp seçip trilyon çarpı trilyonlarca yağmur damlasının rotasını belirleyip onu oraya sevkediyor ve birbirleriyle uyum içerisinde yağmur damlalarının yeryüzüne inmesini sağlıyor. Yoksa tabiat kanunları dediğimiz bazı özel güçler olduğu için onlar mı hükmediyor? Ya da bunlar kendi kendine mi oluyordu?
O zaman öncelikle bir varlığın yoktan nasıl oluşabileceği ihtimallerini akıl-mantık çerçevesinde sıralamaya çalışalım:


1-) Sebepler bu varlığı icad ediyor
2-) Bu varlık kendi kendine oluşuyor
3-) Tabiat (Doğa) dediğimiz şey onu oluşturuyor
4-) Herşeye gücü yeten bir zât kudretiyle bunları gerçekleştiriyor


Evet gerçekten saatlerce düşündüm ve aklım mantığım bu dört yoldan başka bir yol bulamadı. O zaman önümüzdeki yazımızda inşallah beraberce her bir yolu kendine has özellikleriyle inceleyelim, her bir ihtimali enine boyuna tartalım ve radikal kararlar verelim : )
Kalın sağlıcakla……


Fotoğraf Melzi kullanıcı adlı fotokritik üyesinden alıntı yapılmıştır. Teşekkürler.
Related Posts with Thumbnails