17 Şubat 2010 Çarşamba

Seven İnsan Neylesin


Cihan padişahı Yavuz Sultan Selim, Şam yakınına otağını kurdurarak burada üç ay kadar kalmış. Bir Türkmen kızı da, zaman zaman padişahın çadırına gelerek, otağın temizlik işlerini yapar, hünkâr çadırını tertibe ve düzene sokarak sıradan gündelik işlerle meşgul olurmuş… 
Yine bir sabah temizlik için geldiğinde, Sultan Selimi görmüş. Türkmen güzelinin gönlü sultana, su gibi anîden akıvermiş gönlünü kaptırmış ona. - Hani kalbin, her an bir halden başka bir hale geçmek, gibi anlamları da vardır ya- Zamanla kalbinin içini, ince bir sızı sarmış genç kızın ve başlamış kalbi için için göynümeye.



Bir gün, gözü, hünkâr çadırının direğine ilişmiş. Direğin üst kısmına aşkın gücü ona, şöyle bir satır yazma cesareti vermiş:

"Seven insan neylesin"


Yavuz Sultan Selim, otağına yatmaya gelince, birden direkteki yazıyı fark etmiş, “Bu da ne ola ki” diyerek uzun bir muhakemeden sonra, bir vehim ve bin endişe derken… Almış eline kalemi şöyle bir satır da o düşmüş aynı direkteki dizenin altına.

"Hemen derdin söylesin"



Türkmen kızı, ertesi gün gelip baktığında otağın direğine, sevincinden ağlamış, o küçücük kalbi heyecandan göğsüne sığmaz olmuş, yer de onun olmuş âdeta gök de… Fakat koskoca cihan sultanına ilân-ı aşkta bulunmanın, ateşle oynamak, ateş girdabına bilerek atlamak gibi ölümcül bir tehlikesi de varmış. “Varsın olsun bu aşk, buna değer diye düşünmüş.” Aldığı mesajı heyecanla hemen cevaplandırmaktan kendini alamamış ama yine de içinde bir korku kurdu varmış ki genç güzelin, yüreğini her gün diş diş, burgu burgu kemiren... Aşkın gücü, zoru ve korkuyu nefes nefes yaşayan o gencecik yüreğin imdadına yetişmiş derhâl. Bir satır daha yazmış aynı direğe

"Ya korkarsa neylesin"


Yavuz Sultan Selim, akşam çadıra döndüğünde, not düştüğü direkteki satır gelmiş aklına. Bakmış ve okumuş ki aşkın, heyecanın ve korkunun karıştığı, tezat dolu sözcüklerin buluştuğu satırlar, bir mızrak gibi durmakta karşısında. Hemen o satırın altına bir mısra daha eklemiş, aşka yenik düşen koca padişah:

"Hiç korkmasın söylesin"


Bir aşkın buluşan, karmaşık ve bulanık duyguları şöyle dizilmiş direğin üzerine: 
“Seven insan neylesin 
Hemen derdin söylesin 
Ya korkarsa neylesin 
Hiç korkmasın söylesin” 

Sabahın olmasını sabırla beklemiş padişah. Seher vakti sırdaşı Hasancan’ı çağırtmış, derhâl bir emir vererek: “Biz dahi merak edip onu görmek isteriz tîz elden bu kızı huzura getirin.” Emir derhâl yerine getirilmiş ki Ahu gözlü, endamı hoş, alımlı, nazenin, ceylân gibi bir Türkmen güzeli… Hünkârın emriyle derhâl bir düğün alayı tertip edilmiş. Eğlenceler, yemeler içmeler… 
Düğünün son gecesi, sırlarla dolu bu aşkın bilmecesi kader-i ilâhî tarafından çözülmüş, Çözülen bu kara baht çıkınından yayılan acı haber, şaşkına çevirmiş herkesi, yer gök âdeta üzüntüye, mateme boğulmuş. Ahu gözlü Türkmen dilberinin “Selim” diye çarpan saf ve küçük yüreği, bu büyük cihan sultanın aşkındaki sırrı kaldıramamış ve birden duruvermiş. 
O çadırın direği, bu olayın canlı fakat ketum şahidi olmuş asırlardır. Bu dünya hayatında vuslat nasip olmadığı gibi o gencecik yüreğe, buna fani alemde bir çare de bulunamamış. Bu hazin gönül çarpılmasının ve gönül yangınının sonunda derler ki:

“Koca hünkâr, ağlamış” ve Türkmen kızına yaptırdığı mezarın mermer tasına, şu dörtlüğü kazdırarak, dünyaya, askın gücünün karsısındaki çaresizligini en güçlü orduları yenen koca hünkâr şöyle haykırmış:
 
Merdüm-i dideme bilmem ne füsûn etti felek 
Giryemi kıldı hûn eşkimi füzûn etti felek 
Şîrler pençe-i kahrımdan olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek

merdüm-i dide: Gözbebeği
füsun: Sihir, büyü
felek:Kader
girye:Gözyaşı,ağlayış
füzun:Çok fazla
eşk:Gözyaşı
hun:Kan

şir:Aslan
pençe-i kahr:Mahveden el, kahır pençesi
lerzan:Titreyen
ahu:Ceylan( sevgili)
zebun:Aciz, zayıf,esir

Bilmem ki gözlerime felek nasıl bir büyü yaptı ki 
Gözümü kan içinde bıraktı, askımı artırdı 
Benim pençemin( gücümün) korkusundan arslanlar(bile) titrerken 
Felek beni bir ahu gözlüye esir etti. 

12 Şubat 2010 Cuma

Domuz Eti Neden Yenir?

   Sarmaşık'taki "Domuz eti neden yenmez?" sorumuzdan sonra bir de tezatını ele alalım istedim. Bu konuda Salih Özaytürk ortak düşüncelerimizi öyle güzel dile getirmiş ki, sadece bu yazıyı paylaşmanın yeterli olacağını düşünerek sizi yazıyla başbaşa bırakıyorum. (Metin karakalem.net'ten alıntıdır)
~

BUNDAN BİR hafta kadar önceydi. Bir firmanın teras katında oturuyordum. Parçalı bulutlu ve hafif rüzgarlı havada çay içmenin rehaveti içerisindeydim. Biraz ilerideki masalardan birinde oturan bir kaç kişinin konuşmalarını işitinceye kadar da aklım ve fikrim bulutlardaydı. Başka bir firmanın temsilcileri oldukları, iş görüşmesi için geldikleri hallerinden anlaşılan o üç kişiden biri, diğerlerine yediği bir yemeğin tarifini yapıyordu. Bir sürü şey sıralıyordu tarifinde. Ama iki malzeme vardı ki tarifin içerisinde, diğerlerinin hepsini bastırmıştı ve ben bu iki kelimenin özellikle ikincisine takılıp bulutlardan yere inmiş, rehavetten ayılmış bir halde buldum kendimi.Yemek tarifinde geçen malzemelerden biri şarap diğeri ise domuz pastırmasıydı..
Konuşanlar belki gayr-ı müslîmlerdi, günahlarını almayayım.
Domuz Eti Neden Yenir?-Salih Özaytürk

Ama, onlar gayr-ı müslîm olsalar da, bu ülkede, müslüman kimliği ile dolaşan birilerinin domuz eti yemekten haz aldığı, hatta bir modernlik ölçüsü olarak mutlaka yenmesi gerektiği gibi bir saplantının yaşandığını da biliyoruz.
Sahi domuz eti neden yenir?
Bu sorunun izlerini sürmek için islâmın emir ve yasaklarını karşılaştıralım:
Diğerlerine oranla emirlerin insan nefsine en zor geleni elbette ki her gün yapılması gerekenlerdir. Emrin uygulanma sıklığı düştükçe zorluk oranı azalacaktır.
Bu bağlamda namaz, her gün en az beşer defa tekrar edilmesi nedeniyle en ince elek vazifesini görüyordu.
Haydi bu elekte tutunamadınız, nefsiniz ağır bastı, düştünüz; doğrudan yere çakılmıyordunuz. İkinci bir elek sizi mutlak sukuttan, yani yere çakılmaktan kurtarıyordu: Yılda bir ay ramazan orucu ile sınanıyordunuz. Diyelim ki, nefsiniz buna da razı olmadı, açlığa ve susuzluğa sabır gösteremedi, bu sefer ömürde bir defa eleğine takılıyordunuz: Hac emri sizi tutuyor, çakılmaktan kurtarıyordu.
Haydi diyelim ki, emirlerde nefsinizin sefilliği yüzünden gerekenleri yapamadınız, bu sefer haramlar sizi karşılıyordu. Şu ahirzaman şartlarında zina yapmadan yaşayabilmek dahi bir çaba ve Yaratıcıya dair bir çekince gerektiriyordu çünkü. Diyelim ki, bunda da sabredip tutunamadınız, nefsiniz, arzularınız galip geldi, düştünüz.. ve sizin olmayan bir meta nefsinize cazip geldi, ellerinizi hırsızca uzattınız.. ve hayatın şartlarını, yaşadığınız sıkıntıları bahane ettiniz, haydi diyelim ki unutmak için ellerinizi şaraba uzattınız…
Peki, tüm bunlardan sonra elinizi domuz etine uzatır mıydınız?!
Diğerlerinin tümünde, nefsin, sefilce de olsa bir faydalanması söz konusuydu gördüğüm kadarıyla. Bir mazeret üretme mekanizması çalışabiliyordu. Ama, domuz etinin diğer etlere bir üstünlüğü olmadığı gibi, domuz etini haram olarak görmeyen milletler nezdinde de ucuz ve sakil bir etti.
Sahi, domuz eti niye yenirdi?
Galiba domuz eti yalnızca domuzluğuna, yani inadına yenirdi.
Ve Cenab-ı Hak, nefse cazip gelen onca şeyi haram ettikten sonra, nefis açısından hiçbir cazibesi ve muadillerine protein, vitamin vs. açısından hiçbir üstünlüğü olmayan, bağımlılık yapmayan, hatta sakil addedilen birşeyi dahi haramlar sınıfına sokmakla; nefsine takılıp elekten düşenlerle, inadına çakılanları ayırt etmeyi mi murat etmişti?
Bu açıdan bakınca, domuz eti noktasında hassasiyetini muhafaza edenleri, etmeyenlerle bir sınıfta göremiyor insan. İnadına domuz eti yiyenlerin dibe çakıldığı gün, hayatı boyunca sürçerek, düşerek yaşasa bile, bu noktada hassasiyetini muhafaza edenlere bir lutfun erişebileceğini hissetmekle de derinden mutlu oluyor...
Elbette, istiğfar ile temizlenmenin hayat devam ettiği sürece mümkün olduğunu, O'na dönüş yollarının hayat devam ettiği sürece açık olduğunu unutmadan...
~

11 Şubat 2010 Perşembe

Ah'ımı Almayın..



İçimden geldi kendi kendime konuşuyorum; beynim birkaç parçaya bölünmüş vaziyette, düşüncelerimin kıvrımları iç içe geçmiş, “mankutlar” gibi tekrar dönüp beynime saplanıyor sanki.. Belirsizlikler içinde kaybolurken mizanım, “nasıl olacak”lar kemirirken milim milim, yazmam gerektiğini düşündüm, çıkması gerek bu beynimden bir şeylerin, dışa vurması gerek, belki rahatlarım.. Hani ağlayınca rahatlar her insan, bardağı taşıran son damlayla gelen ağlama; beraberinde birkaç damlayı da sürükler, -çözüm bulunamadığı sürece- bardak tekrar taşana kadar ruha bir müddet daha nefes alma şansı verir.. Dokunmayın uzak durun benden, bugünki ilacım sessizlik..

Benim de bir hayalim var taa Kevser’den su içmeye uzanan.. Cennet ırmaklarından kana kana içip, şükür elmasından bir ısırık alıp, yayvan çimenler üzerinde uzanarak Allah’ın semadaki esma yıldızlarına yelken açıp, hiç hayal edemediğim alemlerde mest olmak hayalim var.. Hayallerimi incitmeyin nolur ey dünya ahalisi. Koparmayın benden idrakımı. Farkındalığıma leke sürmeyin. Zorlaştırmayın, kolaylaştırın.. Belirsiz zamanlar içinde boğup şahsi menfaatlerinizle kilit vurmayın dünyama. Mutluluklarımla oynamayın.

AH’ımı almayın…….


10 Şubat 2010 Çarşamba

Hınzır Eti Neden Haramdır?

    Sarmaşık Eczanemizde bahsettiğimiz gündemdeki birkaç yanlış söylem üzerine, tam da bugün okumalarımdan birinde bu konuyla ilgili bir bölüme tevafuk ettim ve vakti geçmeden sizlerle paylaşmak istedim.


    Eserin yazıldığı dönemde yine bir doktor şahsın "küfür ve iman arasını bulmaya çalışma"ları, yani dini küfre yaklaştırma, yani günümüzdeki nazik tabirle "ılımlılaştırma" çalışmaları üzerine bahis edilen konunun bir bölümünde domuz etinin haram olması ile ilgili bir kısım geçmiş:


   "(...) Mesela, o doktorun bahsettiği gibi hınzırın etinde bildiği zarardan ve hastalıktan başka, 'Hınzır eti yiyen bir cihette hınzırlaşır' kaidesiyle, o hayvanın eti, sâir hayvânât-ı ehliyenin (başka hayvanların) etleri gibi zararsız (olarak) yenilmiyor. Etinden gelen menfaatten daha çok, ziyade zarar îras etmekle (vermekle) beraber, etindeki kuvvetli yağ ise, kuvvetli soğuk memleket olan frengistandan (Avrupa) başka tıbben muzır olduğu gibi, eti de yağı da ma'nen ve hakîkaten çok zararlı olduğu tahakkuk etmiş. İşte bu gibi hikmetler, onun haram olmasına ve nehy-i İlahi taallukuna (İlahi olarak yasaklanmasına) bir hikmet olmuştur."
    Diyerek domuz etinin haram olmasının hikmetlerinin birkaçından bahsedilmiş.
    Ve şu kısımda ise tüylerimizi ürpertecek tespitler, hakikatler şöyle zikrediliyor:


    "Acaba frengistanın bu kadar harika terakkiyat-ı medeniyetiyle (yükselmiş medeniyetiyle) ve kemâlât-ı fenniyesiyle ve insaniyetperverane ulûmuyla (ilimleriyle) ileri gittiği halde, o terakkiyat ve kemâlâta ve ulûma bütün bütün zıd olan maddiyyûnluk (maddecilik) ve tabîiyyûnluk (tabiatçılık) zülumatında hınzırcasına saplanmalarında hınzır etini yemelerinin medhali (etkisi) yok mudur, soruyorum. İnsanın beslendiği şey ile mizâcı müteessir olduğuna delil, kırk günde her gün et yiyen, kasâvet-i kalbiyeye (kalp katılığına) dûçâr olduğu (yakalandığı), darb-ı mesel (atasözü) hükmüne geçmiştir."
  
   Diyerek Avrupanın bunca gelişmiş medeniyet ve ilimdeki ilerleyişine rağmen maddecilik ve tabiatın kendi kendine oluştuğu/tabiatın ilah olduğu gibi gafletlere düşmesinin sebebini domuz etini çekinmeden yemeleriyle ilişkilendiriliyor.


   Bunca öz ve özet olan sözlerin üzerine söz söylemeden, hepimizi tefekküre davet ediyorum...
                                                                                                                              ~Handenur.

6 Şubat 2010 Cumartesi

Onları Rahmetinle Kuşat!


     Lütfen salavatsız kalmayın, Peygamberimiz(ASM) kendisine yapılan salavatların hepsinin karşılığını verip bizim selamımızı alıyor inşallah ve unutmayın ki Cennet'te Peygamberimiz(ASM)'a en yakın olacak olanlar O'na en çok salavat getirenler olacaktır..
Bugünlerdeki salavatlarımız bunlar. Özel bir programda olduğum için bloğuma yazamıyorum inşallah bizi de duasız bırakmayın..
Hayırlı geceler..


Yâ İlâhenâ!
Nûru bütün mahlûkāttan önce var olan ve varlığı âlemlere rahmet olan Efendimiz Muhammed’e,
Ve onun mübârek nesline, ehl-i beytine ve ashâbına,
Geçip giden ve geride kalan bütün mahlûkāt adedince,
Ve onlardan bahtiyar ve saîd olanlar, bedbaht ve şakî olanlar sayısınca,
Ve bütün sayıları içine alan, bütün sınırları kuşatan; hesabsız ve hudûdsuz olarak ne ucu, ne de sonu olan; ne sınırı, ne de bitişi olan,
Ve kendisine bizzât senin ettiğin ve senin ebedî varlığın devam ettikçe devam edecek olan salâtın ile salât et, onları rahmetinle kuşat.
Rahmetinle, ey merhamet edenlerin en merhametlisi!
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Yâ İlâhenâ!
Efendimiz Muhammed’e ve onun bütün mübârek nesline, ehl-i beytine ve ashâbına,
Ağaçların yaprakları, denizlerin dalgaları ve yağmurların damlaları adedince salât ve selâm edip, bereketler ihsân eyle.
Yâ İlâhenâ!
O salavâtlardan her biri hürmetine bizi bağışla, bize merhamet eyle, bize lütfunla muâmele buyur.
Ben kesinlikle şehâdet ederim ki, Allah’tan başka İlâh yoktur.
Ve yine şehâdet ederim ki, Hazret-i Muhammed Allah’ın Resûlüdür.
Allahü Teâlâ ona salât ve selâm eylesin. 
Related Posts with Thumbnails