1 Mart 2011 Salı

Mevlana ve Şems-i Tebrizi'yle Derinlere İndikçe

Bazen, uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için...
Bazen, hatırlamak gerekir hatırlanmak için...
Bazen, ağlamak gerekir açılmak için...
Bazen, anmak gerekir anılmak için...
Bazen de susmak gerekir duymak için...
 ~~
Yüzde ısrar etme, "Doksan da olur".
İnsan dediğinde, "Noksan da olur"...
Sakın büyüklenme, "Elde neler var".
Bir ben varım deme, "Yoksan da olur".
 ~~
Sen uzattığın elini tutmayan ele mi dargınsın...
Tutmayacak bir ele uzandığın için kendine mi ? 
 ~~
Eğer bir gün dünyaya ait çok büyük bir derdin olursa...
Rabbine dönüp "Benim büyük bir derdim var." deme.
Derdine dönüp "Benim çok büyük bir rabbim Var.' De.... 
 ~~

21 Mayıs 2010 Cuma

Cuma Çeşnisi





Hırka-i Şerîf Câmii
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) tarafından Üveyse’l-Karanî Hazretleri’ne hediye edilen Hırka-i Şerîf, Sultan 1. Ahmed’in fermanıyla İstanbul’a getirtilmiştir. Üveyse’l-Karanî Hazretleri’nin soyundan gelenler tarafından muhâfaza edilen Hırka-i Şerîf için Sultan Abdülmecîd, 1851 senesinde Fatih’de Câmi ve yanında Üveysî âilesinin en yaşlı ferdi için bir meşruta, vekil dairesi, muhâfızlar için kışla (hâlen Hırka-i Şerîf İlköğretim Okulu olarak kullanılan bina) ve vazîfeliler için odalardan meydana gelen bir külliye yaptırmıştır. Hırka-i Şerîf, sadece Ramazan ayının on beşinden Kadir gecesine kadar öğle ve ikindi namazları arasında ziyarete açılır.


“Her Dîn ve Mezheb Kendi Alfabesini Beraberinde Getirir.”
Her dîn ve mezheb kendi alfabesini beraberinde getirir.(1) Bu dünya tarihi boyunca değişmemiş bir kâidedir. Meselâ, Güney Slavların dili, Katolik Hırvatlarca Latin harfleriyle, Ortodoks Sırplarca Kiril harfleriyle yazılmıştır. Suriye’de ortak Arab dilini Müslümanlar Arab harfleriyle, Hristiyanlar Süryanî harfleriyle, Yahudîler ise İbranî harfleriyle yazmışlardır. Anadolu’da Türkçe konuşan Hristiyanlar Türkçe’yi bağlı oldukları kiliseye göre Latin veya Kiril harfleriyle yazarken, Girit’te Rumca konuşan Müslümanlar Rumcayı Arab harfleriyle yazarlardı.(2) Müslüman olduktan sonra, İranlılar Farsçayı, Pakistanlılar Urducayı, Afganistanlılar Afgancayı ve Türkler Türkçeyi Arab harfleriyle yazmışlardır.
1. Şinasi Tekin, Tarih ve Toplum, Mayıs 1992, Sayı:101 Sayfa:14
2. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Tercüme: Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 4. Baskı, 1991, Sayfa:421

Zenbilli Ali Efendi
Zenbilli Ali Efendi, her gün sabahleyin evinin penceresinden sokağa bir zenbil sarkıtırdı, suâli olan veya bir mes’ele sormaya gelen kişiler suâllerini bir kâğıda yazarak zenbil içerisine bırakırlardı. Zenbilli Ali Efendi de akşama doğru zenbili yukarı çekerek içindeki suâllere gerekli cevâbları yazar, ertesi gün sabah bu zenbili tekrâr penceresinden aşağı sarkıtırdı. Bir gün önce suâl soranlar suâllerinin cevâblarını alır, yeni suâli olanlar kâğıtlara yazdıkları suâllerini zenbilin içine koyarlardı. Bu sebeble asıl ismi Ali Cemali Efendi olmasına rağmen, Zenbilli Ali Efendi ismiyle meşhûr olmuştur. 1455’te Karaman’da dünyaya gelmiş, 1525’te İstanbul’da vefat etmiştir. 1503’ten vefat ettiği 1525 senesine kadar Şeyhülislâmlık vazîfesini deruhde etmiştir. Yavuz Sultan Selim’in Şeyhülislâmlığını yaparken, Yavuz’un Hazîne-i Âmire çalışanlarından 150 me’mûra, yaptıkları hataların çok fevkinde bir cezâ vermek istemesi üzerine, Zenbilli Ali Efendi bu cezanın haksız olduğunu söyler ve me’mûrların affedilmelerini ister. Zenbilli Ali Efendi’nin bu çıkışı, Yavuz’un hoşuna gitmez ve memnûniyetsizliğini ifâde eder. Bunun üzerine Zenbilli: "Müftü, hükümdârın ahiretini korumakla mükelleftir. Amacım, asla devletin işlerine karışmak değil, aksine sizin ahiretinizi kurtarmaktır." cevâbını verir.

Evs ve Hazrec Kabileleri
İslâmiyet’ten önceki ismi Yesrib olan Medîne’nin bu ismini şehre ilk yerleşen Yesrib bin Vâil’den aldığı rivâyet edilmektedir. Şehre ilk olarak Amâlikalılar, Romalıların Filistin topraklarını ele geçirmesi üzerine Kudüs’ten kaçan Yahudîler ve Arim Seli sebebiyle Yemen’den ayrılan Arab kabileleri yerleşmişlerdir. Arab kabilelerinin başını Evs ve Hazrec kabileleri çekmekteydi. Yahudîler ise Beni Kurayza, Beni Kaynuka ve Beni Nadîr kabilelerinden meydana gelmekteydi. İlk zamanlar Arab kabileleri ile Yahudîler iyi geçinmişlerse de, zamanla aralarında sıkıntılar çıkmaya başlar. Yahudîler, her devirde ve her mekânda yaptıkları fitne ve fesâd çıkarma işine burada da devâm ederler. Bunun üzerine çıkan harpte Arablar Yahudîler’i yenerek Medîne’nin hâkimiyetini ele geçirirler. Fakat Yahudîler burada durmamış, bu sefer de Evs ve Hazrec kabilelerini çeşitli desiselerle birbirlerine düşürmeyi başarmışlardır. Yaklaşık 120 sene boyunca Medîne’de Evs ve Hazrec kabileleri arasında birçok harbler ve sürtüşmeler meydana gelmiş, iki taraf da büyük kayıplar vermiştir.
Bu harblerin sonuncusu Hicret’ten 5 sene önce meydana gelen Buâs Harbidir. Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) Medîne’ye hicret ederek yerleşmesine kadar devâm bu mücâdeleler, Hicretle birlikte yerini huzûra ve sükûnete bırakmıştır. Bu husûs Âl-i İmrân Sûresi 103. Âyet’de şu şekilde ifâde edilmiştir: “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın ve parçalanmayın! Allah’ın size olan ni’metini hatırlayın ki, bir zamanlar (birbirinize) düşmanlar idiniz de (Allah) kalblerinizin arasını (İslâm ile) birleştirdi; böylece O’nun ni’meti sâyesinde kardeşler oldunuz. Ateşten bir çukurun kenarında (küfür içinde) idiniz de sizi oradan kurtardı. Allah, size âyetlerini böyle açıklar, tâ ki hidâyete eresiniz.”

Abdülkadir Geylânî Külliyesi
Abdülkadir Geylânî Külliyesi, Bağdad'da Bâbü’ş-Şeyh Mahallesinde bulunmaktadır. Hanbelî fakihi Ebu Said el-Mübarek tarafından 1145’te medrese olarak yapılan ana bina, talebesi Abdülkadir Geylâni Hz. tarafından genişletilerek tekke hâline getirilmiştir. Abdülkadir Geylânî Hz., 1165’te vefat edince bu tekkeye defnedilmiştir. Câmi, medrese, imâret, tekke ve türbeden meydana gelen külliye, Kanunî Sultan Süleyman’ın Irak Seferi esnâsında Mimar Sinan tarafından onarılmıştır.

Sokullu Mehmed Paşa
1505 senesinde dünyaya gelen Sokullu Mehmed Paşa, 1564 senesinde Sadrazamlığa getirilmiştir. 1579 senesinde şehid edilene kadar on beş sene Sadrazamlık yapmıştır. Sadrazamlık yaptığı dönem fetihler açısından Osmanlı’nın altın yılları olmuştur. Döneminde Endonezyalı ve Hindistanlı Müslümanlarla irtibat kurulmuştur. Kendi parasıyla, bir tanesi İstanbul’da olmak üzere beş külliye inşa ettirmiştir. Tasarladığı bazı projeleri gerçekleştirmeye ömrü yetmemiştir. Bunların başında, ancak 1800’lü yılların sonlarında inşa edilebilen Süveyş Kanalı ve Hazar Denizi ile Karadeniz’i ve Sapanca Gölü ile İzmit Körfezini birleştirme projeleri gelmekteydi.

16 Mayıs 2010 Pazar

Pazar Günü Çeşnisi


İstanbul’un Yedi Tepesi
1.    3. Ahmed Çeşmesi, Ayasofya Camii, Topkapı Sarayı’nın girişi… 48 m.
2.    Çemberlitaş… 58 m.
3.    Bayezid Camii, Yangın Kulesi, İstanbul Üniversitesinin giriş kapısı… 61 m.
4.    Fatih Camii… 61 m.
5.    Yavuz Sultan Selim Camii (Çukurbostan)… 58 m.
6.    Mihrimah Sultan Camii (Edirnekapı)… 87 m.
7.    Çapa Çukurbostan mevkii… (Bugün tepelik özelliğini kaybetmiştir.)

Tevâfuk’un Hikmeti
“Bir şeyde tevâfuk olsa küçük bir emâre olur ki; onda bir kasıd var. Bir irâde var. Rastgele bir tesâdüf değil. Ve bilhassa yüz ihtimâl içinde, iki şeye mahsûs ve o iki şey birbiriyle tam münâsebetdâr olsa, o tevâfuktan gelen işâret, sarîh bir delâlet hükmüne geçer ki, bir kasıd ve irâde ile ve bir maksad için o tevâfuk olmuş. Tesâdüfün ihtimâli yok.”

Düşman İstersen Şeytan Yeter
Buharî, Müslim, Ahmed bin Hanbel ve Ebû Nuaym, Abdullah bin Mesûd’dan (r.a.) naklediyorlar; Rasûlullah (a.s.m.) buyurdu ki: “Sizden hiçbir kimse yoktur ki, yakınında cinlerden (şeytanlardan) ve meleklerden bir vekil bulunmasın.” Orada bulunanlar: “Senin de mi yâ Rasûlallah?” diye sorunca Rasûlullah (a.s.m.) da: “Evet, benim de, fakat Allah bana yardım etti de o Müslüman oldu.” buyurdu. Bir başka rivayette: “Bana hayırdan başka bir şey tavsiye etmez.” ilavesi yer almaktadır.


Gemilerin Karadan Yürütülmesi
İstanbul kuşatması devam ederken dönemin Şeyhülislâmının sur içindeki Bizanslı sivillerin hukukuna dikkat edilmesi yönünde fetva vermesi üzerine hem fetih uzamış, hem de sur içinde yaşayan sivil Bizanslıların zarar görmeden şehrin fethinin gerçekleşebilmesi için gemilerin Haliç’e girmesi gerekmiştir. Haliç’in girişi Bizanslılar tarafından zincirlerle kapatıldığı için Osmanlı donanmasına aid yaklaşık 70 gemi, Tophane’den Kasımpaşa’ya kadar 3 millik mesafede karadan yürütülerek Haliç’e indirilmiştir. Bizanslıların büyük şaşkınlık geçirmesine sebeb olan bu hâdise, 21-22 Nisan 1453 gecesi gerçekleştirilmiştir.

Panama Kanalı

Atlas Okyanusu ile Büyük Okyanusu birbirine bağlayan Panama Kanalı 15 Ağustos 1914’de açılmıştır. Panama Kanalı, Kuzey Amerika ile Güney Amerika’yı birbirinden ayırmakta olup yaklaşık 77 km uzunluğundadır. Kanal boyunca seyahat, yaklaşık 9 saat sürmektedir. Her yıl 14000’den fazla gemi bu kanaldan geçmektedir.

Gazi Osman Paşa
1832’de Tokat’ta doğan Gazi Osman Paşa, 1853’te Harbiye Okulundan mezun oldu. 1855’te Kırım Harbinde göstermiş olduğu kahramanlıktan dolayı Yüzbaşılığa, 1866 Girit İsyanının bastırılmasındaki başarısından dolayı Albaylığa, 1868 Yemen İsyanının bastırılmasında gösterdiği başarıdan dolayı da Tuğgeneralliğe yükseltilmiştir. 1876’da Sırbistan’ın Osmanlı Devletine harb ilan etmesi üzerine o sırada Vidin kumandanlığı yapan Osman Paşa, ordusuyla birlikte Sırbistan’ın Adliye ve Zayçar kasabalarını ele geçirir. Sırp ordusunun geri çekilmesi üzerine Belgrad’ı ele geçirmek için Seraskerlikten izin isteyen Osman Paşa’ya şartlar müsaid olmadığı için izin verilmez. “Tuna Nehri akmam diyor” diye başlayan meşhur marş, Gazi Osman Paşa’nın 1876 ve 1878 seneleri arasında göstermiş olduğu kahramanlıkları anlatmaktadır.

Anadolu Hisarı
1395 senesinde Yıldırım Bayezid Han tarafından İstanbul Boğazının en dar yerinde inşa ettirilmiştir. İstanbul Boğazının kontrol ve denetim altında tutulabilmesi amacıyla yaptırıldığı için Fatih Sultan Mehmed tarafından İstanbul’un fethinde de kullanılmıştır. Dört katlı bir kule biçimindeki iç kale ile üzerinde üç kule bulunan dış kaleden oluşmaktadır. 

9 Mayıs 2010 Pazar

Kısır Döngü

İlginç bir animasyon :)
Değişik bir bakış açısı..



8 Mayıs 2010 Cumartesi

Resûlullah'ın Hâne-i Saadetleri


     "Gerçekten sen büyük bir ahlâk üzeresin " (Kalem, 4) ilâhî hitabına mazhar olan Allah Resûlü'nün (sav) güzel ahlâk ve edebine nümune olan binlerce ahval, ef'al ve tavsiyeleri vardır. İnsanın hususen müslümanın tahassungâhı (sığınağı) ve bir nevî cenneti ve küçük bir dünyası olan âile hayatına ait pek çok meselede de O'nun mükemmel  sünnetleri bize rehber olmaktadır.   
    
     Hz. Hüseyin (ra) şöyle diyor: "Ben babam Ali'den,  Allah Resûlü'nün (sav) eve nasıl girdiğinden sordum. O'da dedi ki: "Allah Resûlü (sav) eve girdiğinde ev hayatını üçe ayırırdı. Bunlardan birinci kısmındaki zamanını Rabbine ayırırdı, ikincisini hanımlarına, onların eğitimine, sohbete, maddî manevî ihtiyaçlarına ayırırdı. Üçüncüsünü de kendisine tahsis ederdi.” (Tirmizî)
     
     Sevda diyor ki: Aişe’den peygamberimizin evde nasıl davrandığı soruldu. O da şöyle dedi: “Evde hanımlarının işiyle meşgul olurdu. Namaz vakti gelince de namazını kılardı.” (Buharî)
     
     Hz. Resûlüllah (sav) bir eş olarak da tam bir itidal üzereydi, âdildi, hoşgörülüydü. Hanımlarına her konuda yardımcı olurdu. Hz. Aişe'den, Hz. Enes (ra) şöyle nakletmiştir: "Resûlüllah elbisesini diker, ayakkabısını tamir eder, elbiselerini yıkar, koyun sağar ve kendi hizmetini görürdü."
     
     Hatta Hz. Hatice ile izdivacı zamanında Hz. Hatice O'na "Ey Allah'ın Resûlü işlerimizde bize yardımcı olacak hizmetçilerimiz var" dediğinde şöyle karşılık vermiştir. "Ey Hatice ben bu dünyada üç şeyden nefret ederim. Tembellikten, cimrilikten ve korkaklıktan."  Eve girme hususunda ise sağ ayakla ve besmele ile girmeyi tavsiye ile beraber Hz. Enes'e hitaben: "Ey oğulcuğum ehlinin yanına girdiğinde onlara selam ver. Selamın, sana ve ehline bereket olur"  buyurmuştur. (Tirmizî)
     
     Ebû Hüreyre (ra) anlatıyor: “Allah’ın Resûlü katiyyen hiçbir yemeği ayıplamazdı. Eğer hoşuna gitse onu yerdi. Sevmez ise bırakırdı.” (Buharî, Müslim)

      Yemeğin âile fertlerince beraber ve aynı kaptan yenmesini tavsiye ederdi. "Taamınızı toplu bir halde olarak yiyiniz, dağınık bir halde bulunmayınız. Çünkü bereket,cemaat ile beraberdir."

     "Biriniz yemek yediğinde hanımının ağzına lokma koymadan ve hanımının elinden lokma yemeden yemeğini bitirmesin.” (Buharî, Müslim) Yine Efendimiz yemekte âile efradıyla sohbet eder, latifeler yapardı. Hz. Aişe'ye (rah) Resûlüllah'ın ev hali sorulduğunda şöyle cevap verdi: "Tebessüm ve latife konusunda insanların en yumuşak huylusudur."  (Müslim)  Her konuda olduğu gibi  latifelerinde de asla yalan olmazdı. Hz. Aişe ile yaptığı bir koşu yarışında bir defa Hz. Aişe daha sonra da Hz. Resûlüllah yarışı kazanmıştı. Hz. Aişe'ye tebessümle "İşte bu senin beni geçmenin karşılığıdır" demiştir. (Buharî, Müslim)

     Yine bir gün Aişe annemize hitap ederken isminin bir kısmını söylemeyerek latife yapmıştır. En ince meselelere kadar tavsiyeler devam etmektedir. "Yolculuktan geldiğinde gece aniden gelme, ta ki âilen temizliğini yapmış ve süsünü tamamlamış olsun." (Buharî, Müslim) "Kıyamet günü derece bakımından insanların en şerlisi hanımın sırlarını öğrenip de sonra onu yayan erkekler ve kocasının sırlarını öğrendikten sonra onu yayan kadınlardır." (Ebû Davud)     

AİLEDE EĞİTİM


     Hz. Resûlüllah (sav)  hanımlarının ve çocuklarının eğitimine çok önem vermiştir.

     "İlim talep etmek (öğrenmek) her müslüman (kadın, erkek) üzerine farzdır" buyurmuştur. (Buharî, Müslim)
Hafsa annemiz için Şifa isimli bir  kadına "Hafsa’ya okuma yazma öğretir misin?"  diyerek onu ilme teşvik etmiştir. (Buharî, Müslim) Zaten Resûlüllah’ın (sav) hanımlarının her birinin kendine has zühd, takvâ ve ilimleri vardı. Bilhassa rivayet etdikleri hadis-i şerifler açısından Hz. Aişe, Ümmü Seleme ve Hz. Hafsa başı çekerler. Hz.Aişe 2210 hadis rivayetiyle birincidir. Hz. Aişe peygamber hanımları arasında ilimle en çok meşgul olanıydı. Fıkıh, hadis, tefsir sahalarında hayatı boyunca sahabelerin ilminden istifade etdiği mühim bir yere sahipti.

     Ashab-ı Kiram'dan Ebû Musa der ki: "Resûlüllah'ın ashabı olan bizlere müşkil gelen hiç bir mesele yoktur ki, Hz. Aişe'nin nezdinden ona dair bir ilim bulunmasın."

     Yine Resûlüllah’ın âile içindeki hayatına dair pek çok mesele hanımları vasıtasıyla bizlere intikal etmiştir.
Said el-Hudri anlatıyor: “Bir gün sahabe hanımları gelerek dediler ki: "Ey Allah'ın Resûlü! Erkekler her zaman yanına gelip sizden ilim öğrenirler, bilmediklerine vakıf olurlar. Biz ise onlardan fırsat bulup da yanınıza gelemiyoruz. Bize de bir gün tayin edin de bilmediklerimizi öğrenelim.” Bunun üzerine Resûlüllah da onlara bir gün tayin ederek sohbette bulundu." (Buharî)
                              
İBÂDETE  TEŞVİK

     
     Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Gece kalkıp namaz kılan ve hanımını uyandıran kişiye Allah rahmet etsin. Hanımı kalkmak istemese de yüzüne hafifçe su serperek kaldırır.Yine gece kalkıp namaz kılan ve beyini de uyandıran hanıma Allah rahmet etsin. Beyi kalkmak istemezse de yüzüne hafifçe su serperek kaldırır." (Ibni Mace, Ebû Davud)

     Yine Efendimiz (asm), "Tek secdeyle de olsa cocuklarınıza namaz kılmalarını söyleyiniz." buyurmuştur. Adaba ve tesettüre dikkat ederek kadınların da mescidlere gitmelerini emrederdi.

Yazan: Halenur SERHAD 

17 Şubat 2010 Çarşamba

Seven İnsan Neylesin


Cihan padişahı Yavuz Sultan Selim, Şam yakınına otağını kurdurarak burada üç ay kadar kalmış. Bir Türkmen kızı da, zaman zaman padişahın çadırına gelerek, otağın temizlik işlerini yapar, hünkâr çadırını tertibe ve düzene sokarak sıradan gündelik işlerle meşgul olurmuş… 
Yine bir sabah temizlik için geldiğinde, Sultan Selimi görmüş. Türkmen güzelinin gönlü sultana, su gibi anîden akıvermiş gönlünü kaptırmış ona. - Hani kalbin, her an bir halden başka bir hale geçmek, gibi anlamları da vardır ya- Zamanla kalbinin içini, ince bir sızı sarmış genç kızın ve başlamış kalbi için için göynümeye.



Bir gün, gözü, hünkâr çadırının direğine ilişmiş. Direğin üst kısmına aşkın gücü ona, şöyle bir satır yazma cesareti vermiş:

"Seven insan neylesin"


Yavuz Sultan Selim, otağına yatmaya gelince, birden direkteki yazıyı fark etmiş, “Bu da ne ola ki” diyerek uzun bir muhakemeden sonra, bir vehim ve bin endişe derken… Almış eline kalemi şöyle bir satır da o düşmüş aynı direkteki dizenin altına.

"Hemen derdin söylesin"



Türkmen kızı, ertesi gün gelip baktığında otağın direğine, sevincinden ağlamış, o küçücük kalbi heyecandan göğsüne sığmaz olmuş, yer de onun olmuş âdeta gök de… Fakat koskoca cihan sultanına ilân-ı aşkta bulunmanın, ateşle oynamak, ateş girdabına bilerek atlamak gibi ölümcül bir tehlikesi de varmış. “Varsın olsun bu aşk, buna değer diye düşünmüş.” Aldığı mesajı heyecanla hemen cevaplandırmaktan kendini alamamış ama yine de içinde bir korku kurdu varmış ki genç güzelin, yüreğini her gün diş diş, burgu burgu kemiren... Aşkın gücü, zoru ve korkuyu nefes nefes yaşayan o gencecik yüreğin imdadına yetişmiş derhâl. Bir satır daha yazmış aynı direğe

"Ya korkarsa neylesin"


Yavuz Sultan Selim, akşam çadıra döndüğünde, not düştüğü direkteki satır gelmiş aklına. Bakmış ve okumuş ki aşkın, heyecanın ve korkunun karıştığı, tezat dolu sözcüklerin buluştuğu satırlar, bir mızrak gibi durmakta karşısında. Hemen o satırın altına bir mısra daha eklemiş, aşka yenik düşen koca padişah:

"Hiç korkmasın söylesin"


Bir aşkın buluşan, karmaşık ve bulanık duyguları şöyle dizilmiş direğin üzerine: 
“Seven insan neylesin 
Hemen derdin söylesin 
Ya korkarsa neylesin 
Hiç korkmasın söylesin” 

Sabahın olmasını sabırla beklemiş padişah. Seher vakti sırdaşı Hasancan’ı çağırtmış, derhâl bir emir vererek: “Biz dahi merak edip onu görmek isteriz tîz elden bu kızı huzura getirin.” Emir derhâl yerine getirilmiş ki Ahu gözlü, endamı hoş, alımlı, nazenin, ceylân gibi bir Türkmen güzeli… Hünkârın emriyle derhâl bir düğün alayı tertip edilmiş. Eğlenceler, yemeler içmeler… 
Düğünün son gecesi, sırlarla dolu bu aşkın bilmecesi kader-i ilâhî tarafından çözülmüş, Çözülen bu kara baht çıkınından yayılan acı haber, şaşkına çevirmiş herkesi, yer gök âdeta üzüntüye, mateme boğulmuş. Ahu gözlü Türkmen dilberinin “Selim” diye çarpan saf ve küçük yüreği, bu büyük cihan sultanın aşkındaki sırrı kaldıramamış ve birden duruvermiş. 
O çadırın direği, bu olayın canlı fakat ketum şahidi olmuş asırlardır. Bu dünya hayatında vuslat nasip olmadığı gibi o gencecik yüreğe, buna fani alemde bir çare de bulunamamış. Bu hazin gönül çarpılmasının ve gönül yangınının sonunda derler ki:

“Koca hünkâr, ağlamış” ve Türkmen kızına yaptırdığı mezarın mermer tasına, şu dörtlüğü kazdırarak, dünyaya, askın gücünün karsısındaki çaresizligini en güçlü orduları yenen koca hünkâr şöyle haykırmış:
 
Merdüm-i dideme bilmem ne füsûn etti felek 
Giryemi kıldı hûn eşkimi füzûn etti felek 
Şîrler pençe-i kahrımdan olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek

merdüm-i dide: Gözbebeği
füsun: Sihir, büyü
felek:Kader
girye:Gözyaşı,ağlayış
füzun:Çok fazla
eşk:Gözyaşı
hun:Kan

şir:Aslan
pençe-i kahr:Mahveden el, kahır pençesi
lerzan:Titreyen
ahu:Ceylan( sevgili)
zebun:Aciz, zayıf,esir

Bilmem ki gözlerime felek nasıl bir büyü yaptı ki 
Gözümü kan içinde bıraktı, askımı artırdı 
Benim pençemin( gücümün) korkusundan arslanlar(bile) titrerken 
Felek beni bir ahu gözlüye esir etti. 

12 Şubat 2010 Cuma

Domuz Eti Neden Yenir?

   Sarmaşık'taki "Domuz eti neden yenmez?" sorumuzdan sonra bir de tezatını ele alalım istedim. Bu konuda Salih Özaytürk ortak düşüncelerimizi öyle güzel dile getirmiş ki, sadece bu yazıyı paylaşmanın yeterli olacağını düşünerek sizi yazıyla başbaşa bırakıyorum. (Metin karakalem.net'ten alıntıdır)
~

BUNDAN BİR hafta kadar önceydi. Bir firmanın teras katında oturuyordum. Parçalı bulutlu ve hafif rüzgarlı havada çay içmenin rehaveti içerisindeydim. Biraz ilerideki masalardan birinde oturan bir kaç kişinin konuşmalarını işitinceye kadar da aklım ve fikrim bulutlardaydı. Başka bir firmanın temsilcileri oldukları, iş görüşmesi için geldikleri hallerinden anlaşılan o üç kişiden biri, diğerlerine yediği bir yemeğin tarifini yapıyordu. Bir sürü şey sıralıyordu tarifinde. Ama iki malzeme vardı ki tarifin içerisinde, diğerlerinin hepsini bastırmıştı ve ben bu iki kelimenin özellikle ikincisine takılıp bulutlardan yere inmiş, rehavetten ayılmış bir halde buldum kendimi.Yemek tarifinde geçen malzemelerden biri şarap diğeri ise domuz pastırmasıydı..
Konuşanlar belki gayr-ı müslîmlerdi, günahlarını almayayım.
Domuz Eti Neden Yenir?-Salih Özaytürk

Ama, onlar gayr-ı müslîm olsalar da, bu ülkede, müslüman kimliği ile dolaşan birilerinin domuz eti yemekten haz aldığı, hatta bir modernlik ölçüsü olarak mutlaka yenmesi gerektiği gibi bir saplantının yaşandığını da biliyoruz.
Sahi domuz eti neden yenir?
Bu sorunun izlerini sürmek için islâmın emir ve yasaklarını karşılaştıralım:
Diğerlerine oranla emirlerin insan nefsine en zor geleni elbette ki her gün yapılması gerekenlerdir. Emrin uygulanma sıklığı düştükçe zorluk oranı azalacaktır.
Bu bağlamda namaz, her gün en az beşer defa tekrar edilmesi nedeniyle en ince elek vazifesini görüyordu.
Haydi bu elekte tutunamadınız, nefsiniz ağır bastı, düştünüz; doğrudan yere çakılmıyordunuz. İkinci bir elek sizi mutlak sukuttan, yani yere çakılmaktan kurtarıyordu: Yılda bir ay ramazan orucu ile sınanıyordunuz. Diyelim ki, nefsiniz buna da razı olmadı, açlığa ve susuzluğa sabır gösteremedi, bu sefer ömürde bir defa eleğine takılıyordunuz: Hac emri sizi tutuyor, çakılmaktan kurtarıyordu.
Haydi diyelim ki, emirlerde nefsinizin sefilliği yüzünden gerekenleri yapamadınız, bu sefer haramlar sizi karşılıyordu. Şu ahirzaman şartlarında zina yapmadan yaşayabilmek dahi bir çaba ve Yaratıcıya dair bir çekince gerektiriyordu çünkü. Diyelim ki, bunda da sabredip tutunamadınız, nefsiniz, arzularınız galip geldi, düştünüz.. ve sizin olmayan bir meta nefsinize cazip geldi, ellerinizi hırsızca uzattınız.. ve hayatın şartlarını, yaşadığınız sıkıntıları bahane ettiniz, haydi diyelim ki unutmak için ellerinizi şaraba uzattınız…
Peki, tüm bunlardan sonra elinizi domuz etine uzatır mıydınız?!
Diğerlerinin tümünde, nefsin, sefilce de olsa bir faydalanması söz konusuydu gördüğüm kadarıyla. Bir mazeret üretme mekanizması çalışabiliyordu. Ama, domuz etinin diğer etlere bir üstünlüğü olmadığı gibi, domuz etini haram olarak görmeyen milletler nezdinde de ucuz ve sakil bir etti.
Sahi, domuz eti niye yenirdi?
Galiba domuz eti yalnızca domuzluğuna, yani inadına yenirdi.
Ve Cenab-ı Hak, nefse cazip gelen onca şeyi haram ettikten sonra, nefis açısından hiçbir cazibesi ve muadillerine protein, vitamin vs. açısından hiçbir üstünlüğü olmayan, bağımlılık yapmayan, hatta sakil addedilen birşeyi dahi haramlar sınıfına sokmakla; nefsine takılıp elekten düşenlerle, inadına çakılanları ayırt etmeyi mi murat etmişti?
Bu açıdan bakınca, domuz eti noktasında hassasiyetini muhafaza edenleri, etmeyenlerle bir sınıfta göremiyor insan. İnadına domuz eti yiyenlerin dibe çakıldığı gün, hayatı boyunca sürçerek, düşerek yaşasa bile, bu noktada hassasiyetini muhafaza edenlere bir lutfun erişebileceğini hissetmekle de derinden mutlu oluyor...
Elbette, istiğfar ile temizlenmenin hayat devam ettiği sürece mümkün olduğunu, O'na dönüş yollarının hayat devam ettiği sürece açık olduğunu unutmadan...
~
Related Posts with Thumbnails